EYLÜL 1922'DE BUCA OVASI'NDA YAŞANANLAR


- Önsöz -

15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgal edilmesinden sonra Yunan Ordusu, Ege'nin iç kısımlarına doğru hareketlenmiş, İzmir ve civarındaki pek çok yerleşim birimini ele geçirmiştir. İzmir'in en önemli köylerinden biri olan, nüfusu Rum ve Levantenlerden oluşan Buca da elbette işgal günlerinden başlayarak, savaşın sona erdiği Eylül 1922'ye kadar bölgedeki karmaşadan en çok etkilenen yerlerden biri olmuştur.

Kurtuluş Savaşı'nda İzmir ve çevresinde ne olduğuyla ilgili bilgiler elbette mevcut ancak bu bilgilerin büyük oranda İzmir şehir merkeziyle sınırlı kaldığı ve çevre yerleşimlerle ilgili fazla bilgi olmadığı sonucuna varıyoruz. Buca ilçesinde olup bitenleri anlamak için tarihin tozlu sayfalarını karıştırırken bize en çok yardımcı olan kaynaklar, o dönemde yaşayan Avrupa kökenlilerin yazdığı anılar oluyor. Bize bu konuda en yardımcı olan kaynak belki de, dönemin Amerikan Koleji (resmi adıyla Uluslararası Kolej) başkanı olan Alexander Machlachlan'ın 1938 yılında Kanada'da anılarını kaleme aldığı kitabıdır. Bu kitabında savaşın son günleriyle ilgili detaylı bilgiler vermiştir.

İlk başlarda İstiklal Savaşı sırasında Buca'da yaşananlar hakkında bir yazı kaleme alınması düşünülmüş, ancak yapılan araştırmalar neticesinde ayrıntılı bir bilgiye ulaşılamamıştır. Bu konuda daha fazla bilginin taranması ve o dönemde Yunan Ordusu'nun nüfusu Rum çoğunluklu olan Buca'da konakladığı göz önüne alındığında, daha kapsamlı bir çalışma için Yunan kaynaklarına başvurulması gerekmekte, bu da daha kapsamlı bir çalışma ihtiyacı doğurmaktadır.

Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki Eylül 1922'de, karmaşanın en yoğunlaştığı o günlerde, iki taraf da duygusallığa fazlasıyla yer vermekte ve gerek Türk olsun gerek Yunan olsun, bağımsız ve tarafsız bir kaynak bulmak çok zor hale gelmektedir. Bunun için de en güvenilir kaynak olarak Avrupalıların yazdığı bilgiler görülmektedir.

- Eylül 1922'de Buca Ovası'nda yaşananlar -

Amerikan Koleji'nin başkanı Alexander Machlachlan ayrıntılı bilgi vermeye 8 Eylül'den, yani Türk Ordusu'nun İzmir'e girişinin bir gün öncesinden başlıyor:

''Detayları halen aklımda tazeyken, 9 Eylül cumartesi günü Kemalist Türk Ordusu'nun İzmir'i ele geçirdiği gün ve sonrasındaki haftada olan gelişmeleri yazacağım.

İzmir'in ele geçirildiği günün öncesindeki her gün İzmir'de belli bir süre geçirdim ve çok hızlı gelişen bu olayları yakından takip ediyordum. Her gün bir krizin yaklaşmakta olduğu ve bunun uzun süreli sonuçları olacağı daha da belli olmaktaydı.

Afyonkarahisar'daki küçük bir yenilgiden sonra, iyi teçhizatlı ve büyük bir ordu, kendisinin üçte biri oranında bir güce sahip ordudan kaçıyordu ve geride açıklanabilir hiç bir sebep bırakmıyordu.

Bu büyük ordu yol boyunca yeniden toparlanıp, şehire ulaşmadan önce işin gidişatını değiştiremez miydi? Açıkçası Türklerin korktuğu buydu ve Yunanlılar da böyle bir şey umut ediyorlardı. Ancak belli ki Yunan Ordusu'nun yeniden organize olması konusunda büyük hatalar yapılmıştı ve böyle bir çaba boşa çıkmıştı.

Son on beş gündür devam eden şehirdeki tedirginlik, Pazartesi gününden itibaren kendini büyük bir panik haline bıraktı. 

Yunan Ordusu'nun geri çekilmesiyle beraber boşalan Gediz ve Menderes ovalarındaki bölgelerden her gün yedi ile on bin civarında Rum ve Ermeni sahile akıyordu. İki demiryolu da bulduklarını toplayıp gelen bu insanlarla dolmuştu. Trenlerdeki mümkün olan bütün odalar, çocukların ve kötü durumdaki insanların da olduğu bu kalabalık tarafından tamamen doldurulmuştu.

Trenler Paradiso (günümüzde Şirinyer) istasyonunda durduklarında, kolejdeki çalışanlar ve öğrenciler, soğuk su ve diğer ihtiyaç maddelerini aynı zamanda tren vagonlarının üstüne çıkmış olan ve vagonların arasında bile seyahat etmeyi göze almış bu mültecilere vermekteydi.

Haftanın sonlarına doğru Ödemiş tarafından bir grup çetenin yaklaşmakta olduğu ve ayrıca, Gediz Ovası'ndan gelmekte olan ve düzenli Türk Ordusu'ndan bir kaç gün önce şehre güneyden varması beklenen bir grup dağ eşkiyasının gelmekte olduğu haberleri yayılıyordu. Böyle bir durumda kolej kampüsü çetelerin yollarıyla kesişecek ve muhtemelen de yağmalarına hedef olacaktı.

Bu durumu Türk bir arkadaşımla konuştum ve bu konuda söylenenleri doğrulayarak 3000 ile 5000 arasında bir düzensiz kuvvetin, engellenmemeleri durumunda, şehre rahatlıkla yaklaşabileceklerini söyledi. Kampüse yaklaştıklarında yanlarına gidip konuşmayı ve kendilerine bu mülkün bir Amerikan mülkü olduğunu ve müdahale edilmesi durumunda sadece direnişle karşılaşılmayacağını, aynı zamanda bu durumunun Türk hükümeti açısından da ciddi sonuçları olacağını söylememiz konusunda fikir birliğine vardık. Neyse ki, sonradan görüleceği üzere bu düzensiz güçler, ana ordunun emirleri doğrultusunda, ordu İzmir'e varana kadar geride kaldılar ve biz de ciddi sıkıntıların ortaya çıkacağı bu planı uygulamaktan kurtulduk.''

Buradan anlaşılan, Amerikan Koleji'nin olduğu günümüzdeki ismiyle Şirinyer İstasyonu ve civarında, büyük bir panik hali olduğudur. İzmir, Aydın ve Manisa başta olmak üzere çevre il ve kasabalardan on binlerce yerli Rum ve Ermeni sivil, büyük bir panik halinde kaçmak için en uygun olduğunu gördükleri İzmir Limanı'na akmaktaydı ve pek çok kaynakta ifade edildiği üzere, sonraki günlerde Avrupalı ülkelerin donanmalarına kendilerini almaları için adeta yalvaracaklardı. 

Bu dönemde Yunan Ordusu'nun da Şirinyer ve Buca dolaylarından çekilmiş olduğu anlaşılıyor. İzmir ve civarında bir savunma hattı oluşturmada başarısız oluyorlar ve aslında bu durum bile Yunan Ordusu'nun İngiltere'nin desteği olmadan ne kadar zayıf kaldığını gösteriyor. Yunan Ordusu'nun çekilirken de belli ki, Anadolu Rumlarını korumak gibi bir maksatları da söz konusu olmuyor.

Buca Ovası: Amerikan Koleji ve Paradiso, daha arkada Buca köyü

Machlachlan anılarına şöyle devam ediyor:

''Öğleden sonra Çarşamba günü Yunan Yüksek Komiseri Bay Stergiades koleje geldi ve Buca'daki yetimhanedeki 250 yetim çocuğu yanımıza almamızı istedi. Ben de bu durumu yönetim kurulumuza sunmak ve yasal hale getirmek için gerekli evrakların hazırlanmasını istedim. Ertesi gün yönetim kurulu tarafından kabul edildi ve Bay Ray Moremen Buca'ya yollanarak kurumu resmen devralması ve üzerine bir de Amerikan bayrağı asılması sağlandı. Ertesi gün İzmir'e indiğimde, Stergiades gemiye binmişti ancak halen limandaydı. Evrakları yollayarak, belgelerin imzalatılmasını sağladım. Küçük Asya'da üç yıldan uzun süredir Yunan Yüksek Komiseri olarak görev yapan Stergiades'in bence bu görevdeki son imzası budur.

Böylece almış olduğumuz bu yetimhane mülkünün çok güzel ve geniş bir bahçesi vardı ve Rum toplumu tarafından satın alınarak Küçük Asya'yı Yunanistan Krallığı'na katmasının hizmetleri olarak Venizelos'a hediye edilmişti. Otuz yıl önce kolejin arazisini de satın aldığım Bay Tekvur Ispartalı'dan, iki yıl önce satın alınmıştı.

Perşembe akşamı İzmir'in Britanya Yüksek Komiseri Sir Harry Lamb'den bir mesaj aldım ve bana akşam saat 11'de Buca'daki İngilizleri ve kolej çalışanlarını almak için konsolosluk ve savaş gemilerinin koruması altında Buca'ya özel bir tren gönderileceğini ve Paradiso İstasyonu'nda duracağını söylüyordu. O anda bir tehlike olmadığını düşünerek teklifi fazla düşünmeden reddettim.

Damadım Bay Reed, tren istasyonunun deposuna giderek, Buca'daki arkadaşlarına veda etmek istemişti ve gece yarısı tren vardığında bizim kolejde kalacağımızı öğrenen bazı insanlar trenden ayrılarak yanımıza geldi ve gelecek haftayı beraber kolejde geçirdik. Amiral de Brock ve kurmayları ''Iron Duck'' isimli savaş gemisinde yemek yerken, perşembe günü yeni atanan Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis'in Türkler tarafından esir alındığını öğrenmişti.

Tüm hafta boyunca gerek şehirdeki gerek de Paradiso'daki Rum ve Ermeni arkadaşlarımdan tehlikeyi atlatmak amacıyla koleje gelme talepleri oldu. En iyisi bu görünüyordu ancak şu anda ortada bir tehlike yoktu ve izin vererek insanları mülteci olarak alma konusunda teşvik etmek istemedik. Koleje girmek isteyen herkese, nedenleri sıraladık ve eğer gerçekten hayati bir tehlike olursa kolej binasına Amerikan bayrağı asacağımızı ve o zaman gelmek isteyenleri kabul edeceğimiz anlamına geleceğini anlattık.

İçerilerden çekilirken Yunan Ordusu'nun kasabaları yakarak çekildiklerine yönelik haberler, misilleme saldırılarının olacağına dair bir korku oluşturmuştu ve koleje girme taleplerindeki asıl sebep de buydu. Aynı şekilde çekilmekte olan Yunan Ordusu'nun Küçük Asya'dan çekilirken İzmir'i de yakacağına dair bir korku vardı ve bazılarına göre Yunanlılar eğer Küçük Asya'dan ayrılacaklarsa, İzmir'i de küle çevirmeliydiler. 

Bunların dışında çekilirken Türk mahallesini de yakma gibi plan vardı ve genel plan olmaktan ziyade, öyle görünüyor ki yerel bir Rum örgütünün planıydı. Ancak sonradan anlaşılıyor ki böyle bir düşünce Batılı güçlerce engellenmiş.

Türklerin girişinden önceki çarşamba günü kordon boyu, yanlarında getirdikleri yiyecekleri yiyebilen mutsuz pek çok mülteci tarafından doldurulmuştu. Perşembe gününden itibaren ise yetkili bir otorite bulunmuyordu ve Yunan subaylar çoktan ayrılmıştı ancak yine de ortada bir kanunsuzluk söz konusu değildi. Gerçekten de, bu kısmi sakinlik durumu, halk Yunan subaylarının terkettiğinden habersiz olduğu için, Cumartesi sabahına kadar sürdü.

Cuma günü Ermeni başpiskopos Turiyan kampüsümüze geldi ve kendisiyle uzun bir görüşme yaptık. Kendisiyle İzmir'deki eski kolej binamızdaki 400 Ermeni yetimin ne olacağı hakkında konuştuk. Sonunda Amerikan donanmasındaki yetkililerle konuşmaya ve yetimleri korumak için bölgeye birilerini göndermesini istemeye karar verdim.

Cuma gecesi huzurumuz önemli sayıdaki bir Yunan birliğinin kampüs çevresi ve tren istasyonunun yanındaki açık alanlarda konaklamaya başlamasıyla bozuldu. Cuma sabahı uyandığımızda, kendimizi tamamen sarılmış bulduk ve her sabah kahvaltı için gittiğim tarım bölümüne giden ve çiftlik ile kampüsü ayıran o yol da tamamen askerlerle kaplanmıştı.

Bu birlik günlerden beri yürümekteydi fakat buna rağmen halen disiplinli durumdalardı. Aslında Çeşme Limanı'na gitmek istemişler ancak yanlışlıkla Seydiköy yoluna girmişlerdi. Anlaşılan Seydiköy'e girene kadar da hatalarının farkına varmamışlardı. Bu durum onlara çok önemli bir beş-altı saatlik zaman kaybına sebep olmuştu ve onlar da Paradiso yönüne ilerlemişlerdi. Sabah 10:30 saatlerine kadar da buradan ayrılmadılar. İşte tam da bu saatlerde Türk atlıları kuzey yönünden İzmir şehrine girmeye başlamışlardı.''

Alexander Machlachlan'ın anılarının bu bölümü Türk Ordusu'nun İzmir'e girdiği 9 Eylül sabahına kadar devam ediyor. Şirinyer ve civarında, Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesine çok yakın büyük bir panik hali olduğunu görüyoruz. Amerikan Koleji'nin kapısında Amerikan bayrağı asılı olduğu için pek çok insan kampüsü sığınma yeri olarak görmekteydi ve bu şekilde kendilerine karşı bir saldırı olmayacağını umuyordu. Özellikle Rum ve Ermeni siviller bu konuda çok tedirgindi. Yunan Ordusu, Ege'nin iç kesimlerinden çekilirken Müslüman köylerini ve kasabalarını yakarak çekilmiş ve çekilirken de hiç bir savunma hattı oluşturamadan, beklenenden çok daha kısa sürede dağılmış ve muhtemelen bunun haberleri de İzmir'e ulaşmıştı. Rumlar, Yunan Ordusu'nun yaptıklarına karşılık, kendilerine karşı intikam saldırılarından korkmaktaydılar. Buca'daki sivil halka 7 Eylül günü köyü boşaltma talimatı verilmişti. Buca Rumları da büyük bir panik içinde ya kordon boyuna ya da Paradiso'daki kampüse akın etmekte, küçük bir kesim ise Buca'daki evlerinde kalmayı seçmekteydi. Ermenilerin içinde de Rumlar kadar büyük bir korku vardı. Hiç şüphesiz, Doğu Anadolu başta olmak üzere, ülke genelinde Ermenilere karşı yapılan katliamlardan ve etnik temizlikten haberleri vardı. Benzer bir durumun kendi başlarına da gelmelerinden korkuyorlardı. Aynı zamanda, İzmir içerisinde bazı Ermeni örgütleri de mevcuttu ve bundan dolayı da kendilerine karşı intikam saldırıları düzenlenebilirdi.

İşte böylesine bir ortamda 9 Eylül sabahına girildi. Türk Ordusu'nun bu kadar hızlı bir şekilde İzmir'e ulaşacağını hiç kimse beklemiyordu. Türk Ordusu, İzmir'e kadar hiç bir güçlü direnişle karşılaşmamıştı ve Yunan Ordusu adeta arkasına bakmadan İzmir'i terketmişti. Benzer bir durum Buca için de geçerliydi. Ne zaman ayrıldıkları hakkında bir bilgi yok ancak 9 Eylül günü Buca'da Yunanlılara ait bir birlik kalmamıştı.

Üç Yunan savaş uçağı pilotu Paradiso Havaalanı'nda (Fotoğraf: Elia Arşivi)

Amerikan Koleji başkanı 9 Eylül günü Türk Ordusu'nun İzmir'e girişini ve sonrasında Şirinyer'de yaşananları anlatmaya devam ediyor:''

9 Eylül cumartesi günü şehirdeki kaos ve karışıklık yerini paniğe bırakmıştı. Sabah saat 9 gibi Kervan Köprüsü'ne geldiğimde her yer terkedilmiş atlar, öküzler ve katırlarla doluydu ve şehire daha da yaklaştıkça, terkedilmiş pek çok askeri ulaşım aracı gördüm. Sokak çocukları, kuşaklarını gevşeterek hayvanlara bağlıyor ve onları eve götürüyorlardı. İzmir'de o zamanlarda at eti asla ucuz değildi.

Ordudan geriye kalanlar büyük bir tükenmişlik içinde ve dağılmış halde, şehirdeki sokaklardan kıyıya doğru akıyordu. Üç ya da iki kişiden oluşan gruplar, tahtadan yapılma öküzün çektiği kağnılarla yürüyemeyecek olan arkadaşlarını arabaya koyuyor ve sahile doğru gidiyorlardı. Beklenen, Türk Ordusu'nun 11 Eylül pazartesi günü İzmir'e varmasıydı.

Amerikalı bir deniz subayı ile görüşmek üzere Amerikan Konsolosluğu'na gittiğimde birden aşağıdan bir bağırtı geldi: ''Türkler geliyor!'' İnanılmazdı! Son kırk sekiz saatte en az iki ya da üç kez gördüğüm bu büyük kargaşa hali yine başlamıştı. Türkler'in en azından 11 Eylül pazartesine kadar İzmir'e gelmesi beklenmiyordu.

Panik ve kargaşa hali bir süre sonra öyle bir boyuta geldi ki, ne olur ne olmaz diye binanın holüne çıktım. Sonra da Türk korumaların güvenli olduğunu düşündükleri için Amerikan Konsolosluğu'na girmeye çalışan kalabalığa engel olmaya çalıştıklarını gördüm. Girme talepleri kesin bir suretle reddedildi.'' 

Machlachlan 12:30 sularında Paradiso'ya dönmek üzere yola çıktığını yazıyor. Bu saatlerde Türk süvarilerinin düzenli bir şekilde şehire girdiğini, iki adet el bombası atıldığını ve buna rağmen düzenlerini bozmadan hükümet konağına kadar ilerlediklerini anlatıyor. Machlachlan, arabasıyla önce kolejin postacısı olan Hüseyin'i alıyor ve arabayla beraber Paradiso'ya dönüyorlar. Dönerken, Ermeni mahallesinden geçiyor ve sokakların tamamen boş olduğunu anlatıyor. Türk devriyeleri sokaklarda gezerken etrafa ''korkma, korkma, bir şey olmayacak'' diyorlar.

Buca-Paradiso yolu onarım çalışması, 1919-1922 arası (Fotoğraf: Elia Arşivi)

Basmane İstasyonu'na doğru yola çıkıyorlar ve arabalarında bir Amerikan bayrağı asılı olduğu için geçmelerine izin veriliyor. Kervan Köprüsü'ne kadar Rum, Ermeni ve Musevilerin evlerinin olduğu bölgelerden geçtiklerini ve sokakların boş olduğunu anlatıyor. Kervan Köprüsü'nden Paradiso'ya kadar ilerleyene kadar da etrafta çok fazla insanın olmadığını ve Paradiso'ya doğru gördükleri ilk insanların durumun ciddiyetinden pek de fazla haberdarmış gibi görünmeyen bir anne ve küçük kızı olduğunu söylüyor ve devam ediyor:''

Paradiso İstasyonu'ndaki demiryolu hattını tam geçmiştim ki, ateş sesleri başladı. Sonrasında ana girişe geldim ve pek çok insan giriş kapısından başlayıp, ana binaların girişine giden uzun yolda toplanmıştılar.

Bir gün öncesinde, isteğimiz üzerine Amerikalı destroyer Litchfield'dan yirmi denizci her ihtimale karşı kampüsümüze gelmişlerdi. Orada göreve başlamışlardı ve ilerideki kritik günlerde çok önemli görevler üstleneceklerdi. Zaten zamanı geldiğinde, silahsız ve üniformasız olmaları şartıyla tüm mültecileri kampüse kabul etmeleri konusunda kendilerini yetkilendirmiştik. Makineli tüfekler girişe yakın bir yerde konumlandırılmıştı ve askerler kampüse sığınmak isteyenlerin üst aramasını yapıyorlardı.

Her taraftan kampüsün olduğu bölgeye doğru ateş yağmaya başlayınca biz de hemen Amerikan bayrağını kampüs binasına diktik. Bunun üzerine Rum ve Ermeni mülteciler panik halinde binalarımıza doğru gelmeye başladılar. Her türlü silah ise jimnastikhanemizdeki bodrum katlardan birinde toplandı.

Pek çoğu kişisel eşyaları ve ev eşyaları başta olmak üzere getirebildikleri her şeyi getirmişti. Bazıları yatak takımını ve hatta tohum ekme makinesini bile getirmişti. Bunların yanında atlarını, eşeklerini ve keçilerini getiren aileler de vardı. Elbette gelenler arasında iyi duruma sahip olan ve yakından tanıdığımız Rum ve Ermeni aileler de vardı.

Sığırlar, koyunlar, keçiler, öküzler ve atlar her taraftan kampüsümüze geliyorlardı; ama bunlar sürü halindeyken kabul edilmiyorlardı. Ancak, fakirlerin kişisel eşyalarını taşımak için getirildiklerinde yine de kabul ediliyorlardı.

Kadın ve çocuklar geceyi kampüs binalarında, erkekler ise yüksek güney duvarının korumasında kampüsün içerisinde geçireceklerdi. Buca'dan kabul edilen ailelerin arasında Rusya konsolosu ve ailesi de vardı.

Saat üç ile dört itibariyle en kötü mülteci akınını atlatmıştık. Yine de öğleden sonra ve akşam da bir miktar mülteci gelmeye devam edecekti. Pazar günü de az da olsa gelenler olacaktı. Toplamda ne kadar insanın kampüsümüze akın ettiğini söylemek güç ancak tahmini sayı olarak 1500 diyebilirim.

Saat dört gibi bir Amerikalı deniz subayı Paradiso'daki durumu kontrol etmek için şehirden geldi. Ona giderken Türk bir komutanla konuşup, kampüsteki karışıklıktan dolayı bazı Türk askerler göndermesi için ricada bulundum. Bunun üzerine akşam 9 gibi bir tane çavuş tarafından liderlik edilen on beş kişilik süvari grubu kampüsümüze geldi. Çavuşun kendisi son on beş gündür bir buçuk saatten fazla dinlenmeden at üstünde olduklarını söyledi. Kendisine yemek yiyip yemediklerini sorduğumuzda yemek yemediklerini ancak atlarının bir şeyler yemeye daha fazla ihtiyacı olduğunu söyledi. Hem askerlerini hem de atlarını doyurduk ve kampüs etrafındaki olayların yatıştığını göz önüne alarak, en azından sabaha kadar dinlenmeleri konusunda fikir birliğine vardık. Askerler jimnastikhanenin zemin katında bir odada yattılar. Atlar ise odanın önündeki ağaçlara bağlandılar. Sabah çavuşla beraber askerlerin nerede duracaklarını ve kampüsle çevresindeki bölgede nerede devriye atacaklarını konuşacaktık. 

10 Eylül sabahında her zamanki ufak tefek silah sesleriyle uyandığımızı düşünmüştük. Yine kampüsümüzün batısı ile sınırı oluşturan Karabağlar tarafındaki Giritliler ile, İlyas Peygamber civarındaki Rumlar arasında eskiden beri süregelen bir husus olduğunu düşünmüştüm. Dün atışların çoğu da bu taraftaki vadiden gelmişti. 

Kahvaltıdan hemen sonra çavuşu alarak kampüsün batısından itibaren uzayan çiftliğe gittik ve kendisine en çok sıkıntı yaşanan noktaları gösterdim. Kontrol noktalarının bir tanesi çiftlik noktasında, bir tanesi ise İlyas Peygamber yakınındaki kolej yerleşkesinde konumlandırılacaktı. Bu sırada dönüş yolunda çiftlik ile kampüsü ayıran yolda bazı insanların cesetleriyle karşılaştık. Bir tanesi on beş yaşındaydı ve muhtemelen kampüsümüze iltica etmiş bir kadının evladıydı. Diğeri ise Seydiköy'den biriydi ve muhtemelen çocuk gibi, kampüsümüze girmeye çalışırken vurulmuştu. Ayrıca biraz ileride iki ya da üç Yunan askerinin cesedi yatıyordu. Pazar günü ilk işimiz kendilerine uygun bir cenaze töreni yapmak olacaktı. Döndükten sonra mülteciler arasında gördüğüm bir Rum papazın Amerikalı askerlere eşlik etmesini ve cenaze törenine katılmasını istedim. Tabii, bulundukları yere yani yol kenarına gömüleceklerdi.

Pazar günü 10:30'da her zamanki gibi kilise çanımız kaldı. Şapelimiz Ermeni ve Rum dostlarımızla doluydu. Töreni kolejin dekanı olan Doktor Reed yönetti ve bu tuhaf ve zor zamanlardaki halimiz için yardım dilenen dualar edildi. İngilizce ayinimiz bittikten sonra, bu sefer Rumlar için yeni bir tören yapıldı ve kolej mezunlarından George Mylonas tarafından yönetildi.''

- Paradiso Muharebesi -

10 Eylül 1922'de, ağzına kadar tıklım tıklım olan Amerikan Koleji'nde o sırada panik halinde yüzlerce Rum ve Ermeni sivil vardı. Ne yapacaklarını bilmeyen bu insanlar güvende olacakları umuduyla koleje sığınmışlardı. Muhtemelen pek çoğu o an için olayların yatışmasını ve sonrasında, bir gemi ile Yunanistan'a ya da Ege Adaları'ndan birine gitmeyi umuyorlardı. Ne de olsa, bu insanlar arasında Ege Denizi'ndeki adalarda akrabaları olanlar da vardı. Tam her şey yatışmış görünüyordu ki, işte o anda Paradiso'daki kimse tarafından beklenmeyen muharebe başladı. Alexander Machlachlan'ın kaleminden okuyalım:''

12:30'dan kısa süre sonra tam öğle yemeğine oturacaktık ki, makineli tüfeklerin atış sesleriyle afalladık. İlk iş olarak herkesin güvenli bir yerde siper almasını sağladık. Bazılarımız açık alana çıkarak durumu anlamaya çalıştık. Gördüğümüz kadarıyla çiftliğin 100 yard (91 metre) kadar kuzey-batısında, ovayı bağlayan ilerideki yüksek köprünün yukarısındaki bir tepede konuşlanmıştı. Sonrasında makineli tüfeğin konuşlandığı bölgeye havan topları yağmaya başladı ve ortalığı toz kapladı. Havan toplarının geldiği noktadan yola çıkarak nihayet ne olduğunu anlamaya başlamıştık. Seydiköy yolundan gelen sonradan 6000 kişi olduğunu öğrendiğimiz, dört adet makineli tüfeğe sahip bir Yunan birliği, bu köyü Paradiso'ya bağlayan yoldan gelmekteydi.

Saat üç buçuğa kadar devam eden bu çatışma, ilk olarak tarım bölümünden başlamıştı ve kampüsün batı kesimi iki taraf arasındaki çatışmanın tam ortasında kalmıştı. Sonradan olayların ilerlemesiyle beraber Türkler, Kadifekale'ye bir ağır makineli getirtmiş ve tüm kampüs ile evlerimiz, iki tarafın çatışma alanı arasına girmişti. Havan toplarının kafamızın üzerinden vızıldadığına ve kurşunlardan dolayı kapımızın hemen önündeki ağaçların yapraklarının yerlerinden koptuğuna şahit olmuştuk. 

Günün erken saatlerinde kampüsün batısında ve kampüste oturanların çoğu kampüsümüze gelmişti. Reed'ler ve konukları ise çatışmaların başında orada kalmışlardı ve ben de bunun üzerine kampüs arabasını alarak hızla onları kampüse getirmeye gitmiştim. Kilerde saklanmışlardı ancak kolej binasının daha güvenli olduğuna hemen ikna olmuşlar ve benimle kampüse gelmişlerdi.

Hayatımda ilk ve son defa bir savaşı sadece izlemekle kalmamış, aynı zamanda kaliteli gözlüğüm sayesinde, kilisenin şapelindeki bir camdan, iyi bir noktadan, gelişmekte olan evreleriyle adeta analiz etme imkanına kavuşmuştum. Güney tarafındaki pencerelerden Yunan tarafını çok açık bir şekilde görmüştüm ve aynı zamanda Türkler'in iki saldırı hattını da izleme imkanına kavuşmuştum. Kampüsün batı ve doğu yönünden bir süvari alayı saldırıya geçmiş ve bununla birlikte Karataş'a giden yoldan da bir piyade birliği köprünün ilerisindeki tepeden güneye doğru inerek, bunlara destek vermişti. Kısa süre sonra anlaşılmıştı ki, Yunan birliği aslında Türklerle direk bir çatışmaya girmekten kaçınmakta ve batıdaki yola yönelerek, kendisini denizden ayıran tepeyi aşmayı ve buradan Çeşme'ye gitmeyi amaçlamaktaydı. Türkler ise bu yolu tutarak Yunanlıların kaçmasına mani olmaya çalışmaktaydı. Açıkça görülmekteydi ki, Türk süvarilerinin bir kısmı piyadelerle birlikte, öbür kısmı ise doğu yönünden Yunanlıların etrafını sarmaya çalışıyorlardı. Yunanlılar batılarındaki hafif bir tepeyi aşma amacındaydılar ancak iki saatten kısa bir sürede belli oldu ki, Türkler bu planın gerçekleşmesine izin vermemişlerdi. Ayrıca şunu da anlamıştık ki, kaçma planını başarıyla sonuçlandırmak için, havan topu atan birlikten ayrı olarak sadece çok küçük bir grup Türklerle çatışmaya girme niyetindeydi. Muharebenin en yoğun olduğu saat 3 civarıydı ve sonradan çatışmanın ani bir şekilde kesilmesinden anlaşıldı ki, Yunan birliği teslim olmuştu.

Bu üç saatlik muharebe boyunca sürekli havan topları vızıldadı ve tüfeklerin sesleri onlara eşlik etti. Bize zor zamanlar yaşatsa da, yine de kampüsümüze hiç havan topu düşmemişti. Hepsi, bir kaç yard ileriye düşmüştü. Ancak, menzilin gerisinde kalan yüzlerce mermi kampüsümüzün sınırları içerisine denk gelmişti.

Çatışma başladıktan kısa süre sonra kimseye haber veremeden ortadan kaybolmuştum ve çatışmanın başından sonuna kadar şapeldeki yerimde kalmıştım ancak çatışma bittikten kısa süre sonra döndüğümde herkesin benim için endişelenmiş olduğunu gördüm. Elbette çatışma sürerken beni arama girişimi söz konusu olamazdı.''

Machlachlan'ın Paradiso Muharebesi ile ilgili yazdıkları burada sona ermekte ve yazdıklarından Paradiso yani o zamanki Türkçe ismi ile Kızılçullu'da ufak bir muharebe yaşandığını anlamaktayız. Yunan birliği her ne kadar 6,000 gibi hiç de hafife alınmayacak bir sayıda olsa da, belli ki amaçları çatışmaya girmek değil, Çeşme'ye ulaşmak ve buradan esir düşmeden, bir şekilde Yunanistan'a ulaşmaktı. Ancak, günlerdir durup dinlenmeden yürüdüğü aşikar olan ve tükenmiş haldeki bu birlik Türk Ordusu tarafından üç saatlik bir çatışmadan sonra etkisiz hale getirilmiş ve esir alınmıştır. Buradan yola çıkarak, günümüzdeki Şirinyer'in de İstiklal Savaşı'nın son günlerinin canlı bir tanığı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

- Buca'da yaşananlar -

Alexander Machlachlan anılarını yazarken Buca'da yaşananlar hakkında az da olsa bilgiler veriyor. Machlachlan ve arkadaşları, uzun süren gerilimli saatlerin ardından masa başında çaylarını yudumlayıp, sessizliğin keyfini çıkarıp, durum değerlendirmesi yaparlarken birden Perşembe günü Buca'ya Rum yetimhanesini devralmaya giden Bay Ray Moremen'den gittiği günden bu yana haber alamadıklarını farkediyorlar. Bay Moremen ile kolej binasının saat kulesinde sürekli duran bir Amerikan subayı birbirleriyle haberleşmek için bir kod yaratmışlardı. Hem gündüzleri hem de geceleri kolej binası ile yetimhane arasında haberleşeceklerdi. Ne var ki, üç gün boyunca planlandığı gibi hiç bir görüşme yapılmamıştı. Bölgedeki gelişmeler göz önüne alındığında, Buca'da ne olduğuna dair bir bilgi öğrenilmesinin artık zamanı gelmişti. Machlachlan anlatıyor:''

Öyle görünüyordu ki, kolej arabasını alarak Bay Moremen'in yanına uğramalı ve kendisini unutmadığımızı iletmeliydim. Saat beşte kampüsten ayrıldım ve o zamanlarda konuğumuz olan ve Buca'ya benimle birlikte gelerek aynı zamanda evini de kontrol etmek isteyen kayın biraderim Frank Blackler da geldi. Sonrasında tren istasyonundan geçerken, kendisi de Buca'da oturan Alman bir arkadaşımız da bizimle Buca'ya gelmek istedi ve onu da aldık.

On üç ile on dört bin nüfusa sahip olan köye girmemiz ile birlikte, ciddi olayların yaşandığı ya da yaşanacağına dair tuhaf bir hisse kapıldık. Köyde hiç insan izi yoktu. Kapılar, pencereler ve panjurların hepsi kapalıydı. 

Köyün öbür tarafında olan yetimhaneye ana cadde üzerinden giderken, biraz ilerimizde yol kenarında yatmakta olan iki cisim farkettik. Biraz daha yaklaştığımızda ölmüş insanlar olduğunu anladık. Arabayı yanlarına çektiğimde, yüzlerini hemen tanıdım. Otuz yıldan uzun süredir tanıdığım Buca'nın eski sakinleri Bay ve Bayan De Jongh idiler. Ancak halen etrafta insandan bir iz yoktu. Yüz yarddan biraz daha az mesafe ötede Bay Blackler'ı bahçe kapısına bıraktım.

Sonrasında yüz yard daha ileride sokağın ortasında bir Türk askerinin nöbet tuttuğunu gördüm. Arabamda dikkat çekici bir şekilde Amerikan bayrağı asılı olmasına rağmen, kendisine doğru yaklaştığımda bana daha fazla ileriye gitmemem gerektiğini söyledi. Kim olduğumuzu söyledikten sonra geçmeme izin verdi ve altmış ya da yetmiş metre ilerideki karakola gittik. Bir kaç tane asker ile iki ya da üç tane subay vardı ve kendilerini selamladıktan sonra beni tanıdılar.

Burada Alman arkadaşım arabadan ayrıldı ve nöbetçiden izin aldıktan sonra biraz ilerleyip sonra sağa dönerek ulaştığım yetimhaneye, izahat vermeye gerek kalmadan ulaşmış oldum. Şüphesiz amacım Bay Moremen'ı ziyaret edip, iyi olup olmadığını görmek ve çok fazla zaman harcamadan, tekin olmayan bu bölgeyi terketmekti.

Geniş ve çifte demirlikli giriş yerine ve bahçeye açılan küçük kapısına ulaştığımda, tüm gücümle kapıya vurdum ve cevap almam beş dakikayı buldu. Sadece küçük kapının güçlü demir kepenginden ufak bir yer aralanmıştı ve neden geldiğimi açıklamamdan kısa süre önce kapatmışlardı. İçerideki çakıllı yoldan gelen ayak seslerini duyduğumda, tek umduğum şey beni düşman değil de, dost olarak tanımlamalarıydı. Ancak, bekçinin küçük kapıyı geçebileceğim kadar açıp, girmeme izin vermesine kadar yine dakikalar geçti.

Bay Moremen beni bahçedeki geçişte karşıladı ve her şeyin yolunda gittiğini söyledi ancak bana geçmiş üç gün boyunca gerek geceki gece fişeklerine olsun, gerekse gündüzki bir şeyler sallamalarına yönelik, saat kulesinden hiç bir cevap alamadığı için, hayal kırıklığını iletti. Gecikmenin nedenlerini kendisine söylememden sonra, bana köyde biz gelmeden bir buçuk saat önce birden bire tüfek seslerinin patlamaya başladığını ve yetimhaneyi çevreleyen yüksek duvardan atlayıp içeriye sığınan bazı köylülerin bir İngiliz ve eşi olmak üzere bir kaç kişinin öldürüldüğünü söylediklerini iletti.

Bay Moremen'e kendisine benimle birlikte kampüse gelmesi için teklif götürdüm ancak bana kendisine koruyucuları olarak bakan bu insanlarla beraber şansını denemek istediğini söyledi.

Paradiso yoluna çıkmak üzere başka bir yolu kullandım ve aynı zamanda yolun nasıl bir halde olduğunu kontrol etmek istedim. Dönerken Bay Blackler'ı da evinin kapısının önünden aldım. Yolu on ya da on iki kişilik bir süvari grubu tutmuştu ve önce bize şüpheyle bakarak köyden çıkışımızı engellemek istediler. Sonra arabayı yanlarına yanaştırdım ve yolda önceden gördüğümüz cansız bedenleri kaldırmalarını istedim ancak hiç oralı olmadılar. Sonrasında hemen Paradiso'ya doğru yola çıktık ve açık alana çıktığımız için rahatlamıştık.''

Alexander Machlachlan'ın Türk Ordusu'nun Buca'ya girdiği 10 Eylül tarihi ile ilgili yazdıkları az gibi görünse de, eşsizdir. O dönemde, Rum ve Levantenlerin Buca'yı büyük oranda terkettikleri ve kalanların da saklandıkları göz önüne alındığında, Buca'daki az sayıdaki Türk askerinden başka olaylara şahit olacak fazla insan yoktu. Machlachlan en azından Buca'daki durum hakkında az da olsa fikir vermiştir. Sonraki gün ise Buca'da yaşananlar hakkında bilgi aldığını yazmakta ve Buca'da gerçekleşen çatışma hakkında bilgi vermektedir:''

Bizi öğleden sonra afallatmış olan Buca'daki olaylar hakkında ancak ertesi gün detayları alabilmiştim. Pazartesi günü olacak olan olaylar aklımda apayrı bir yer tutsa da, size şimdi Pazar günü olan olayları özetleyeceğim.

Öyle görünüyor ki on iki, on beş kadar bir piyade ve bir o kadar da süvarinin dahil olduğu küçük bir kuvvet, köydeki yönetimi devralmaları için bu öğleden sonra gönderilmişler. Köyün Paradiso yolundan girişi olan batı girişinde bir grup Türk tarafından Türk bayrakları ile karşılanmışlar. Ancak askerler neredeyse tamamı Rum olan bu köye, bir grup Rum beyaz bayrakla gelerek teslim olana kadar girmek istememişler. Hoca ve arkadaşları gitmiş ve kısa süre sonra Rum arkadaşlarıyla beraber istenildiği gibi barış bayrağıyla geri gelmişler. 

Birlikler köye girmiş ve köyde bir tur atarlarken ''Apano Mahala'' denen Rum mahallesinin ana caddesinde kendilerine ateş açılmış. Atışlar caddedeki bazı evlerden gelmiş ve üç Türk askeri ölürken, beş tanesi de yaralanmış. Birlik toparlandıktan sonra, sokakta kim varsa ateş etmişler. İşte tam da bu zamanda arkadaşlarım vurulmuş ve ayrıca köyün farklı yerlerinde altı ya da yedi Rum öldürülmüş. Olaylar biz gelmeden sadece bir kaç dakika önce yaşanmış.'' 

Alexander Machlachlan Buca'da yaşananlar ile ilgili yazısını burada noktalıyor ve 10 Eylül'ü ''Türkiye'deki otuz beş senelik yaşamımdaki en heyecanlı günlerden biri'' olarak tanımlıyor. Amerikan Koleji başkanının yazdıklarından anlaşılan Buca'nın kurtuluşu sırasında Rum ve Levantenlerin Buca'yı büyük oranda terkettikleridir. Ancak yine de Buca tamamen de boşaltılmamıştır. Oysa ki, bir Yunan kaynağına göre 7 Eylül'de Buca'daki köylülere köyü boşaltmaları söylenmiştir. Ancak kim tarafından söylendiğine dair bir ayrıntı verilmemiştir. Buca'da kalan Buca Rumlarının kendi evlerinde kalmaktan ziyade daha çok güvende olacaklarına inandıkları yerlerde kalmayı seçtikleri ve buralara sığındıkları anlaşılmaktadır. Zira, Dora Crowley McVittie'nin anılarında Buca'daki büyükannesinin evine gelen Türk askerlerinin para istediğini yazması ve Francis Holton'un da Blackler ailesine ait bir kulenin 11 Eylül gecesi yandığını belirtmesi, Buca'da yağma olaylarının doğru olduğunu ve Rumların da kaygılarında haklı çıktıklarını göstermektedir. Benzer şekilde Paradiso'daki evlerin de yağmalandığı çeşitli kaynaklarda belirtilmiştir. Bucalı Rumların, o dönemde yetimhane olarak kullanılan Baltazzi Köşkü'ne sığındıkları gibi, bunun yanında Barff Köşkü'ne de sığındıkları bilinmektedir. Barff ailesi, Amerikan Kızılhaçı Rumları tahliye edene kadar pek çok Rumun sığındığı yer olmuştur. Bunun yanında Rose Marie Caporal da kendisi ile yapılan bir söyleşide büyükannesi Malvine Roboli'nin yüz kadar Rum'u evinde barındırdığını söylemiştir. Benzer bir şekilde, McVittie de büyükannesinin Buca'daki evine pek çok Rum'un sığındığını aktarmıştır. Kısacası Buca'da kalan Rumlar kendilerine zarar verilmeyeceğini umarak, Avrupalı ve Amerikalı ailelerin ve kurumların koruması altına girmeye çalışmış ve en azından burada bir süre güvenli olacaklarını ummuşlardır.

- Sonuç -

İzmir'in Buca köyü de, İstiklal Savaşı'nda yaşanan gelişmelerin sıcaklığını yakından yaşamıştır. Bir zamanların Rum köyü olan Buca, Anadolu'nun her yerinde olduğu gibi 1922 sonrasında Müslüman çoğunluklu bir yerleşim yeri haline gelmiş ve büyük bir değişime uğramıştır. Buca Ovası içerisinde kalan Buca ve Şirinyer yerleşimleri de işte bu değişimin tanıkları olarak tarihe geçmiştir.

İstiklal Savaşı'nın son günlerini barındıran 1922 senesinin Eylül ayında Rumların çevre yerleşim birimlerinde olduğu gibi kendilerine karşı katliamlara girişileceği korkusuyla Buca'da da yanlarına alabildiklerini alıp, büyük oranda ya İzmir Kordon'a gittikleri ya da Şirinyer'deki Amerikan Koleji kampüsüne sığındıkları anlaşılmaktadır. Bu noktada belki de Amerikan Koleji kampüsüne sığınanların daha akıllıca bir seçeneğe başvurdukları yorumu yapılabilir. İlerleyen günlerde İzmir rıhtımındaki Rumları çok zor günler bekleyecektir. İzmir Yangını sırasında durum daha da kötüleşecek ve Rumların İzmir'den ayrılmaları tam bir eziyete dönüşecektir. Batılı ülkeler İzmir'i tahliye ederken önceliği kendi vatandaşlarına vermiş ve ancak günler sonra geriye kalan Rumlar tahliye edilebilmiştir. Bunun yanı sıra, Amerikan Koleji'nde bulunan Rumların ise ilerideki günlerde nelerle karşılaştığına dair bir ayrıntı olmasa da, onların da Amerikan Kızılhaçı ya da Batılı diğer kuruluşlar ya da donanmaların gemileriyle İzmir'i terkettiği tahmini yapılabilir. Buca'daki Rumlar ise bir süre daha Buca'da sığındıkları binalarda beklemiş ve sonrasında onlar da Amerikan Kızılhaçı tarafından tahliye edilmiştir. Yunan kaynaklarında bazı Rumların Anadolu'nun derinliklerine sürüldüğü hatta Bucalı Rum bir papazın çarmıha gerildiği yönünde bir ifadeye rastlanılmışsa da, Batılı kaynaklarda böyle ifadelere rastlanılmamış olması, bu tür bilgilerin doğruluğu ihtimalini oldukça zayıflatmakta ve Yunan medyasının abartması olarak değerlendirilmektedir. Kaldı ki, İzmir ve çevresindekiler sahile yakın oldukları için, daha içerideki Rum köylerine göre daha şanslı durumdaydılar ve Türk Ordusu'nun İzmir'e yaklaştığı günler öncesinden bilinmekteydi. 

Buca'nın Avrupalı aileleri ise zaten servet sahibi insanlar oldukları ve kıyıda bekleyen donanmalar kendilerine öncelik tanıdığından dolayı elbette olaylardan etkilenmiş olsalar da, Rumların yaşadığı sıkıntıları yaşamamışlardır. Buca'da 10 Eylül tarihinde çok az sayıda Avrupalı'nın kaldığı bilinmektedir. Hilda Voltera Barff, Buca ile ilgili bir yazısında Buca'da İstiklal Savaşı'nda kalan tek İngiliz ailenin Barff ailesi olduğunu yazmıştır.

Savaşın son dönemlerinde Türk, Ermeni ve Musevi sivillere ne olduğuna dair ise bir bilgiye ulaşılamamıştır. Sadece az sayıda olsa da bir Türk nüfusun varlığı bilinmektedir. Buca'ya Türk ve Müslüman göçleri ise bu zamanlarda henüz başlamamıştır. Esas göçler 1923 ve sonrasında başlayacaktır.



Bu yazı atalarimizintopraklari.com tarafından oluşturulmuştur. Tüm hakları saklıdır. Yazının tamamı veya bir kısmı, internet ortamında ya da basılı yayın organlarında kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Kaynak gösterilmeden kullanılması durumunda hukuki yollara başvurulur. Ayrıntılı bilgi için tıklayınız.



Alexander Machlachlan'ın anılarını yazdığı kitabın orijinali için tıklayınız.



- Kaynakça -

levantineheritage.com/note79.htm

levantineheritage.com/testi42.htm

levantineheritage.com/recollection1.html

A Potpourri of Sidelights and Shadows from Turkey, Alexander Maclachlan, 1938 

Candlesticks, Vol I, no. 6 - Boudja Past and Present, Hilda Voltera Barff, 1951-52