TOZ VE KÜLLER


- Çocukluk Hatıralarım -

Mezopotamya'da Kut'ül Amare'deki garnizondan geriye kalanlar, kendilerini İzmir'deki Buca köyüne zorlukla attılar. Günümüzde Irak denen yerden 2,000 kilometre yolu yürüyerek Batı Anadolu'ya gelmişlerdi. İngilizler 1915'te Kut'u Türkler'den almışlardı ancak sonradan Türkler Kut'u kuşatarak açlığa mahkum olan garnizonu teslim olmaya zorlamışlardı. Yaklaşık 9,000 kişi esir alınmıştı ve esir alınanlardan hayatta kalanların verdiği bilgiler korkutucu derecededir. Esir alınanlardan hasta olanlar ya da takati kalmayanlar ya süngülenerek öldürülüyordu ya da yol kenarına bırakılarak, akbabaların insafına bırakılıyordu. Yarı aç halde, yırtık pırtık elbiselerle, paçavra haline gelmiş botlarla ''konak'' denilen Buca jandarma karakoluna getirildiler.

Babam Buca'nın İngiliz topluluğunun papazıydı ve ailem getirilenlerin bir şeyler yemelerini istiyordu. Çok az yiyecek vardı ve elimizdekiler kendimize zor yetiyordu. Annem bulabildiği tüm yiyecekleri topladı ve karışık bir çorba yaptı. Papaz evine gelip yemek yemeleri için bekçilerden izin aldık. Babam Grace'e elindekilerin açıkça yetersiz olduğunu söylüyordu. Hepsi için az verse bile eldekiler yetmeyecekti. Ancak annem kepçe kepçe verdi ve bazılarına ikinci kepçeyi vermesine rağmen yine de çorba kalmıştı. Babam yemekten sonra bir mucize olduğuna inandığı bu olay için şükranlarını sundu.

Ben sadece iki yaşındaydım ve insanların eve geldiğini bence hayal meyal hatırlıyorum. Bence bu mümkün, çünkü hafızam daha da geriye, on sekiz aylık olduğum zamana ve yemek masasında oturup, kız kardeşimin hayvanlarla ilgili elinde bir kitap tuttuğu zamana kadar gidiyor. 

''Pat, aslan nerede?'' diye sorarlardı ve ben de işaret ederdim. ''Kaplan nerede?'', ve ben de kaplanı işaret ederdim. Elbette esirlerle ilgili anıları bana sıklıkla söylendiği için hatırlıyor olabilirim. Duaların kabul edilmesi ile ilgili ilk tecrübemdi ve geriye dönüp geçmişe baktığımda, tanrının pek çok kez dualarımı kabul ettiğini söyleyebilirim.

Annemin yanına çöküp tanrının kutsaması için ailenin tüm isimlerini söylediğim ilk dualarımı hatırlıyorum. Rus Devrimi zamanlarıydı ve milyonlarca insan açlıktan ölüyordu. Dualarımı ''tanrı Ruslara yardım etsin ve onlara bolca yemek versin'' diye bitiriyordum. Bir duanın kabul edilip, diğerinin neden kabul edilmediğini merak etmek için çok gençtim.

Bahsettiğim İngiliz esirleri gittiler ve bunlar tek gördüğüm İngiliz esirler değillerdi. Bir gün İngiliz savaş uçakları, yaşadığımız yerin yaklaşık bir mil ilerisindeki bir mühimmat deposuna bomba bırakmak için uçuyorlardı. Patlamaların seslerini hatırlıyorum. Bir uçak düşürüldü ve at yarışı alanına iniş yaptı. Gidip, tepenin zirvesinden izlemiştik. Çarparak iniş yapan küçük çift kanatlı bir uçaktı ve iki havacı yaralanmadan revolverlarıyla beraber dışarı çıktılar. Ancak, uçak Türk askerleri tarafından sarılmıştı ve iki havacı da teslim oldu.

Türkler, Birinci Dünya Savaşı sırasında tüm İngiliz vatandaşlarını sorguladı. Babam saygı duyulan biriydi ve seyahat etmesine izin verilmemesine rağmen, bize iyi davranıldı, papaz evimizde yaşamamıza ve hatta yaz aylarını köyün dışındaki eski rüzgar değirmenimizde geçirmemize bile izin verildi.

Çocukluğum ile ilgili diğer anılarım kabartma taşı ya da minyatür gibi birbirlerinden kopuk kopuk, ancak her biri iyi bir detayla aklıma geliyor. Devamlı bir filmden ziyade, daha çok albümdeki fotoğraflar şeklindeymiş gibiler.

Ailemizi değirmenin taraçasındaki yuvarlak yemek masasında, yaz güneşi dışarıda parlarken hatırlıyorum. Gönüllü olarak gittiği orduda teğmen olan, en büyük kardeşim Robert dışında bütün ailemiz oradaydı. Yuvarlak masada annem, babam, Oliver, Mary, William ve Ellen vardı. En küçükleri en az on yaş ile bendim.

Çinko kaplama kovanın altındaki parlak sudan yansıyan göz kamaştırıcı ışığı hatırlıyorum. Annem kepçeyi daldırır ve bardaklarımızı doldururdu.

Hatırladığım kadarıyla çocukluk evim olan, sağlam ve konuksever, duvarları altı ya da sekiz ayak kalınlığında, mağara kadar soğuk olan değirmeni hatırlıyorum. Badanalı bir tünel gibi, kovan şeklinde olan ve taban dahil altı ayak yüksekliğindeki pencerede bağdaş kurup sinekleri izlerdim.

Yapraklarının rengi yeşil ve gümüşe çalan, budaklı ve eğri büğrü zeytin ağaçlarını ve önümüzdeki bağı hatırlıyorum.

Ashe ailesinin Buca'daki değirmen evi
(Fotoğraf: Levantine Heritage)
Köye doğru giden yolun üstündeki iki tane çam ağacını ve değirmenin önündeki ''tsikoudhia'' ağacını hatırlıyorum. Tırmanmaya o kadar alışmıştık ki, daldan dala atlayıp birbirini kovalayan maymunlar gibiydik. El ve ayaklarımızın sürekli sürtmesinden dolayı yara kabuklarımız tekrardan açılıyordu. Değirmende hiç ayakkabı giymezdik ve keskin taşlarla, dikenlerin üzerinden basarak geçmemize rağmen, bunları hiç hissetmezdik. 

Değirmen antik bir mezarlığın üzerine inşaa edilmişti ve değirmenin yanında bir kaç sene önce kazılıp çıkarılmış olan büyük bir lahit duruyordu. İçerisinde gümüşten yapılma zeytin dalları, bazı kırık cam parçaları ve sikkeler bulmuşlar. Bağı kazan çalışanlar bazen antik mezar taşları da bulurlardı. 

Yüz metre uzaktaki kuyudan sürekli su getirmek zorunda kalmayalım diye, babam değirmenin arkasında, çatılardan akan suyu biriktirmek için bir sarnıç yaptırmıştı. Sarnıç daha çok bir platforma benzemişti ve çatladı. Biz de hiç kurumayan bu kuyudan su getirmek zorunda kaldık.

Kız kardeşim Ruth Türkiye'de tatildeyken, çocukluğumu geçirdiğim İzmir dışındaki bu köydeki yeri görmeye gitmişti. Bana harabe halde olduğunu söyledi. Ev yıkılmıştı ve bitişiğindeki eski rüzgar değirmeni çatısız kalmıştı. Sonra bana ''yerde büyük bir delik vardı, bu ne içindi?'' dedi. Bu beni anılara geri götürdü. Sarnıçtan geriye kalanlardı.

Eski değirmen evini aldığımızda hiç su desteği yoktu. Biz de yerde kocaman bir delik kazdık ve etrafını güçlendirdik. Tepesine de ahşaptan yapılma ve kapaklı bir kapısı olan, kovaların aşağıya inmesini sağlayacak bir zemin koyduk. Sonra da yağmur suyunun yakalanmasını sağlayacak bir çatıyı üzerine yerleştirdik. Ayrıca evden ve değirmenden gelen sular da bu sarnıça akıyordu. Ancak, sarnıç yeterli değildi. Yazları yağmur yağmadığı zamanlarda kuruyordu. Sonrasında bir depremde çatladı. Geriye çatladığı için işe yaramaz bir sarnıç kalmıştı. Etrafını temizlememize rağmen, işte o yerdeki büyük delik orada kalmıştı.

Sonrasında su bulma işinde usta bir adam kiraladık. Çatal şeklinde söğütten yapılma bir sopa ile çıka geldi. Mülkümüzün üzerinde yürümeye başladı ve sonra aniden elindeki sopayı çekerek ''eğer burasını kazarsanız su bulursunuz'' dedi.

Herkes elini ovuşturuyordu. Rüzgar değirmenleri tepelerin üzerinde inşaa edilir ve burada su bulacağımıza inanamamıştık. Sonrasında babam, erkek kardeşlerim, kız kardeşlerim ve bağlarımızda çalışan bir adam, kazma işine koyuldular. Kazdık, kazdık ve daha da kazdık, dünya kadar kova boşalttık ve artık umutsuzluğa kapılıp pes etmek üzereydik. Sonrasında, babam kuyu kazıcılarını kiraladı. Onlar kazmaya devam ettiler ve tabandan yukarıya baktığında sanki bir kuruş genişliğinde bir gökyüzü kalmıştı.

Ancak bir gün ödülünü aldık! Damla damla taze su gelmeye başladı ve artık bizim de en kurak yaz zamanlarında bile kurumayan bir çeşmemiz olmuştu.

Çatlamış eski bir sarnıç için değirmenimizi terk edeceğimizi mi düşünüyordunuz? Yeremya ve Pavlus'un ruhani değerlere adanmış buna benzer bir hikayesi vardır. ''Halkım beni, kazarak yapılmış sarnıçları ve taze suları, çatlamış sarnıçlardan dolayı terketti.'' Sarnıçlar belki bir süre suyu tutabilir. Su da belki yıkama ve temizleme için uygun olabilir ancak içmek için uygun değilse, hayat için yeterince iyi değildir.

Çatlamış bir sarnıç için taze suya sahip bir değirmeni kim terkederdi? Yeremya'nın değersiz şeyler için tanrıyı terketme betimlemesi o zamanki çocuk aklımı nasıl da etkilemiş. Kuyuyu ilk kazdıklarında dinozor omurgası gibi görünen çok büyük bir kemiğe denk gelmişlerdi. Sonrasında omurga Amerikan Koleji'ndeki müzeye götürüldü.

Değirmenin yanında bir de harman vardı. Düz çakıl taşlarıyla döşenmiş yuvarlak bir yapıydı ve tüm buğdaylar etrafına yayılırdı. Sürme, üstüne ağır bir kapı bağlanmış eşeği, buğdayın üzerinde dönerek gezdiren bir adam tarafından yapılırdı. Kapı eski bıçaklar, keskin taşlar ve kendisine çivilenmiş nallar başta olmak üzere, mahsulü birbirinden ayırmakta yardım edecek ne varsa sahipti. Çocuklarına sürme işlemi devam ederken kapının üzerinde oynamaları için izin veriyordu çünkü çocuklar ağırlık sağlıyorlardı. Bu durum benim başımı döndürürdü ve yuvarlak şeyleri hiç sevmemişimdir. Sonrasında mısırları bir yere süpürür ve rüzgarlı günlerde havaya atarlardı. Böylece, saman uçar gider ve tohumlar da yere düşerdi.

Bucalılar tarafından ''Papaz kulesi'' olarak bilinen Ashe ailesinin rüzgar değirmeninden dönüştürülmüş evi.Bazı zorlu zamanlara rağmen genelde mutluyduk. Bir keresinde Mihali isimli bir Rum, annemin yemek yaptığı sırada mutfağa daldı. Dehşete kapılmıştı. İçkili ve öfkeli bir Türk arkasından bıçak savurarak geliyordu. ''Beni kurtar! beni kurtar!'' diye korku içinde bağırıyordu. Annem hızlı bir şekilde Mihali'yi kapının arkasına aldı ve Türk vardığında kapının eşiğinde durdu.

''Mihali nerede?'' diye bağırdı.

Annem ''daha şimdi buradaydı, koş!'' diye bağırdı ve Türk de koşmaya başladı.

Buca köyündeki zamanımızın çoğunu tek katlı, bahçeye bakan bir salona sahip papaz evinde geçiriyorduk. Rumlar bize perili olduğunu söylemişlerdi. Yaşlı bir kadın delirmiş ve burada ölmüştü. Ruhsal açıdan her zaman zayıf olan kız kardeşim Mary, bir keresinde kadını misafir odasının bir köşesinde otururken görmüş. Sessiz ve zararsızmış ve bazen geceleri mermer salonun altından açıklanamayan ayak sesleri duyardık.

Köyde Bayan Kramer adında Alman bir bayan vardı. Hasta olmuştu ve babam onu ziyarete gitti. Çok zayıftı ve süte ihtiyacı vardı. Bizim de keçilerimiz olduğu için annem her gün kapağı kapalı bir kavanozda kendisine süt götürürdü. Bir gün annem süt götürürken köyde bir sıkıntı olmuş ve askerler yolda ateş etmeye başlamışlar. Hepimiz çok korktuk ve annemin iyi olup olmadığına bakmak için camdan dışarıya baktık. Onun elinde kavanozla birlikte sakin bir şekilde eve geldiğini hafif de olsa hatırlıyorum. Askerler kim olduğunu gördüğünde ateş etmeyi bırakmışlar ve o da güvenli bir şekilde eve ulaşmıştı.

Babam İngiliz toplumu tarafından çok sevilir, Rumlar ve Türkler tarafından da saygı gösterilirdi. Türkler çok dürüstlerdi. Türklerden odun kömürü alıyorsak, çuvalı alıp direk depoya koyardık. Başkalarından aldığımızda ise çuvalın dibinde taş olup olmadığını görmek için kömürleri dışarıya çıkarırdık.

İçerilerden İzmir'e giderken develer köyümüzden geçerek giderlerdi. Bir eşeğin üstünde giden sürücü ve arkasından gelen on-on iki deve düzeniyle gittikleri bu yolu, binlerce yıldır kullanıyorlardı. Sürücü sık sık uykuya dalmış olur ve eşeğin her hareketiyle kafası çenesinin önüne düşüp, geri gelirdi. Develer kibirli, kendini beğenmiş bir edayla geçip giderlerdi. Develer hareket halindeyken, altlarından geçerdik. Bağlıyken, iplerinin altından geçmek cesurcaydı. Karınlarının altından geçmek de cesurcaydı. Ancak onlar hareket halindeyken arka bacaklarının arasında koşmak, kahramancaydı!

- Büyüyorum -

Bana göre değirmendeki zamanlarım umursamazca geçiyordu. Öğlenleri sıcak ve esintisizdi. Ağustos böceklerinin vızıltıları dışında sessizliği bozan bir şey yoktu. Sabahları erken gider ve incir toplardık çünkü o zaman soğuk, taze ve leziz olurlardı. Ayrıca kuyu içerisindeki soğuk suda, kovanın içinde bekleterek soğuttuğumuz üzümleri de toplardık. Üzümlerin çoğu kurutulurdu. Çuvallara serilir, güneş ışığında bekletilir, üzerine tahta külü içeren su serpiştirilir, sonrasında su kurutulurdu. Üzümler yumuşak ve esnek bir hale gelirdi.

Zeytinler olgunlaştığında kadınlar ağaçların dallarına uzun çubuklarla vurur, yere düşen zeytinleri de toplarlardı. Yemek için en uygunları tuzlu suya koyardık, gerisi ise ezilmesi için gönderilirdi. Zeytin ilk ezildiğinde öncesinde altın rengine sahip olurdu, sonrasında daha koyu bir hale bürünür ve daha acı bir tat alırdı. Yağın altından akan mor ve siyah sıvı 'murga', kimsenin unutamayacağı kadar sert ve keskin bir kokuya sahipti. Ezilmiş çekirdekler ve 'pirina' denen artıklar da yakıt olarak ya da kireçten yapılma fırınları ateşlemek için kullanılırdı.

Kız kardeşim Mary, gözleri ayrık, altın saçlı, gördüğüm en iyi dişlere sahip olan güzel bir kızdı. Çelik gibi bileklere sahip bir erkek çocuğu gibiydi. Kısa olmasına rağmen, herhangi bir erkeği ayağı altına alır ve pes ettirirdi. Bir gün kendisini büyük bir taş yığınının tepesinde şöyle bir şarkı söylerken hatırlıyorum:

''Ben kalenin kralıyım; aşağı inin pis serseriler!''

Ve sonrasında tepeye çıkmaya çalışan oğlan çocuklarını bir bir aşağı itiyordu. Her ne kadar hayatlarını sefalete çevirsem de, iki kız kardeşime hayatımı adamıştım ve zarar görmelerine katlanamıyordum. Mary kendi ayağını kesmekle tehdit ederek bana istediği her şeyi yaptırmaya çalışıyordu. Ben de ''Hayır, hayır, ayağını kesme. Ne istersen yapacağım.'' diyordum.

Bir akşam bisikletli bir grup tepedeki değirmene geldiler. ''Hadi gidelim ve Perokaku'nun kayısılarını çalalım.'' dediler. 

Büyük bir meyve bahçesi vardı ve yüzlerce kayısı yere düşüyordu. Gideceklerini duyunca sızlanmaya başladım: ''Beni de alın.'' Umutsuzca söylemiştim ama isteğim karşısında: ''tamam, sen de bizimle gelebilirsin.'' dediler. Sonradan beni neden dahil ettiklerini anlayacaktım. Çitin altından sürünerek geçecek kadar küçüktüm. Sonra bana hangi kayısının daha güzel olduğunu söylediler ve ben de onları çitin altından teslim ettim.

Her zaman akrep tarafından sokulmaktan korkmuştum ve bir keresinde Oliver bir tanesine yatağında denk geldi ve akrep tarafından sokuldu. Verdiği tepkiden ne kadar canının yandığı belliydi. Bunun çaresi ölü bir akrebi bir yağ şişesinin içerisine koymaktı ve akrep parçalara ayrıldığında bunu losyon olarak sürmekti. Bunlar küçük, altın rengine sahip yaratıklardı ve akreplerin kuyruklarını kıvırıp aşağı doğru savurmasıyla, insanlar sık sık ayaklarından sokulurlardı.

Değirmenin arkasında Mustafa, karısı ve ailesinin yaşadığı bazı kulübeler vardı. Mülkümüze göz-kulak olurdu ve her zaman içten gülümsemesi ve güneşte parlayan gözleriyle, nazik birisiydi. Benim yakın arkadaşım olan Lütfi, kötü bir sonla karşılaştı ve küçük kız kardeşi tarafından öldürüldü. Avdan gelmişler ve tüfeği sandalyeye yaslamışlar. Küçük kız tüfekle oynamaya başlamış ve tetiği çekerek onu anında öldürmüş.

Ailem bana asla hedef almamayı öğretti. Sopa ile bile bir yere nişan alsak, azarlanırdık. Bir gün William mermileri içinden almış, ancak haznesinde bir tane olduğunu unutmuş. Hepimiz odadaydık ve bizi de gayet basit bir şekilde hedef alabilirdi. Yandaki masayı hedef aldı ve tetiği çekti. Sonrasında büyük bir patlama oldu. Mermi, sirke şişesinin içinden geçerek gümüş demliğe saplanmıştı. Üzerinde merminin geçmesini engelleyen kalın bir kaplama vardı ancak üzerinde büyük bir iz kaldı.

Annem, Edith Blackler, Massachusetts'ten bir Amerikalı halı tüccarının kızı olarak dünyaya gelmişti. Kendisi İzmir doğumluydu ve İngiliz olan annesi Annie Routh'un soyu, Fatih William'ın soyuna kadar giden De Ruda'lara dayanıyordu. Annem bana evde öğretmenlik yaptı ancak abi ve ablalarımın hepsi evden yürüme mesafesinde olan Amerikan Koleji'nde okudular. Babam isteksiz kafama biraz olsun Latince doldurmak istemişti. Keşke biraz dikkat etseymişim ancak bana tıbbi terimlerin anlamlarını öğretmekten daha fazla bir değeri olmadığını düşünüyorum. Tüm oyun oynadığım çocuklar Rum olduğundan dolayı, Rumca ikinci dilimdi ve hatta neredeyse birinci. Hepimiz az da olsa Türkçe konuşuyorduk ancak sonradan pratik eksikliği dolayısıyla unuttum. Annemin kız kardeşi, Rose halam, Amerikan Koleji başkanı Alexander Machlachlan ile evliydi. Kendisi Türkiye'de arabaya sahip ilk kişilerden biriydi: bir T-model Ford. Bir gün bizi Buca'da ziyarete geldiler ve kendisi arabayı evin dışında Konak tarafına bakan ve hafif eğime sahip bir yere bıraktı. Konak'ın dışında, polisin sık sık gölgede oturduğu büyük bir ağaç vardı. Bazı çocuklar arabaya bakmaya geldiler. Sonrasında aralarından daha cesur biri içeri girdi ve direksiyon simidi ve vites koluyla oynamaya başladı. Daha sonra freni serbest bıraktı ve araba hareket etmeye başlayınca, çocuğun kendisi dışarıya atladı ve tüm çocuklar kaçtı. Amcam dışarı çıktığında araba gitmişti. Arabayı tepenin aşağısında, radyatörü ağaca girmiş şekilde buldu.

1921'de altı yaşındayken, Bristol'da St. Werburg’un papaz yardımcısı ile babam bir değişim düzenlediği için İngiltere'de bir sene geçirmişliğim var. Londra'ya geldiğimizde bir süre babamın arkadaşında kaldık. Eşi, anneme beni nasıl büyüteceğini göstermek için kollarını sıvadı. Aileme itaat ederdim ama başka birinin otoritesini kabul edemezdim. Annem için en utanç verici olanı ise kadının yemeklerde ''lütfen de, yoksa alamazsın.'' demesiydi. Ben de ''lütfen'' demektense, açlıktan ölmeyi tercih etmiştim ve her yemekte inatçı bir şekilde sessiz sessiz oturuyorum.

Türkiye'deki sıcak yaz gecelerinde sıcağın etkisi geçtikten sonra, geç saatlerde yatağa girerdim. Bu hanımefendi ise bana gün ışığının gitmemiş olduğu 6'da yatağa gitmem için ısrar ediyordu. Çığlık atıp, parmaklarımı demirliğe yapıştırıyordum ve kadın parmaklarımı teker teker demirden söküp beni yatağa sürükleyene kadar yatmak için bir buçuk saat daha kazanıyordum.

Bristol’e vardığımızda, papaz yardımcısının karısının ve ailesinin ona İzmir'e eşlik etmemeye karar verdiklerini keşfettik. Bu yüzden papaz yardımcısının ailesiyle evi paylaşmak zorundaydık. ''Onların evi'' olduğundan, bana söyledikleri gibi yapmam gerekiyordu ancak ben sadece daha fazla aksamaya sebebiyet veriyordum. Annem, büyük tatlılık ve hoşgörü ile yine de yıl boyunca barışı korumayı başarmıştı.

Bir süre küçük bir anaokuluna gittim ve poundun şaşırtıcı gizemini öğrendim. Ellen en kötü etkilenen oldu çünkü on altı yaşına gelmişti ve ''adam akıllı'' bir okula gitmesi gerekiyordu. Okula gitmemek için hasta olmak dahil her şeyi yaptı ancak ne soğuk suda dikilme ne de soğuk havada bekleme çabaları kendisinin düzgün sağlığını etkileyemedi. Sonunda İzmir'deki evimize geri dönmemiz ise bizim için büyük bir rahatlama olacaktı.

- Türkiye Türkler içindir -

Birinci Dünya Savaşı'nda Türkiye Almanya'ya katıldı ve Yunanistan biraz gecikmeli de olsa İtilaf Devletleri'nin safında yer aldı. Ateşkesten sonra Yunanistan'a Türkiye'yi işgal etme görevi verildi. Türkler ve Yunanlılar arasındaki uzun yıllardan beri süre gelen nefreti düşünürsek, muhtemelen bu iyi bir fikir değildi. Türkler, Yunanistan'ı neredeyse dört yüz yıl yönetmişti ve Türkiye'de bir milyon Rum yaşıyordu. Bazı aileler Büyük İskender'in zamanından beri oradaydı.

Yunan askerlerinin Venizelos hakkında söyledikleri vatanseverlik kokan marşları hatırlıyorum:

''top kükrüyor, aslan fırlıyor, Girit'in muzaffer oğullarını övmek için'' ve ''yakında Konstantinopol'ü alacağız, ve Aya Sofya'yı bir kez daha Yunan yapacağız.''

Sonuçta korkunç katliamlar oldu. Türkler tarafından Rum köyleri adeta silindi ve Türkler intikam amacıyla işkence ve katliamlar gerçekleştirdiler. Türk, Yunan, Ermeni ve Museviler arasında bu kadar büyük bir nefret olması, yüz yıllardır beraber yaşadıkları göz önüne alındığında, ne kadar üzücü.

1922'de Türkler Yunan İşgali karşısında ayaklandı. Muzaffer Türk Ordusunu Mustafa Kemal yönetiyordu ve İzmir'e doğru yaklaştığı hakkında söylentiler vardı. İngilizler'in evlerde toplandığını, aldıkları haberleri birbirlerine aktardıklarını ve bundan sonra ne yapılması gerektiği hakkında konuştuklarını hatırlıyorum. Yemek masası üzerinde büyük bir harita açtıklarını ve yüzlerindeki ciddi ifadeleri hatırlıyorum. Parmaklarıyla haritayı işaret ederlerdi. Bir akşam masanın altına gizlendim. İri cüsseli bir adam olan Bay Pengelley, parmağıma bastı ve ben de bağırdım. Ani tepkim adeta kalp krizi geçirmesine sebep olacaktı.

Babam tüm gümüşlerimizi küçük teneke bir kutuya koydu. Odaların birinde yerde bulunan tahtaları kaldırdı ve ailenin en küçüğü olarak bana aşağıya inmemi ve kutuyu kirişlerin altına itmemi söyledi. Aşağısı karanlıktı ve örümcekler vardı, bunu yapacak cesarette değildim. Ellen aşağıya inip arkaya itti ve babam tahtaları yerine koyup, kalan boşluğu toprak ve toz ile doldurdu. Birkaç yıl sonra İzmir'e döndüğümüzde tahtaları kaldırdık. Gümüş dolu kutuya dokunulmamıştı. Ancak, diğer tüm eşyalarımız yağmalanmıştı.

O sırada yedi yaşındaydım, 15 Ocak 1915'te doğdum. Bir akşam ben yattıktan sonra geç bir vakitte kapımız çaldı. İzmir Körfezi'nde bulunan İngiliz savaş gemilerinden bir deniz subayıydı:

''Sizi heyecanlandırmak istemem ama gemilerimizden birine gelip, en azından bir-iki gün bekleyip olaylar sakinleşene kadar dursanız iyi olabilir. Yanınıza çok az eşya alın.'' dedi.

Annem çabucak kıyafetleri topladı. Giyindim ve babamın Uganda günlerinden kalma miğferlerden birini ve kitap şeklinde katlanabilir küçük bir mum-feneri yanımda götürmek için ısrar ettim. Bizi İzmir'e kadar 5 mil götürmek için özel bir tren ayarlanmıştı ve neredeyse tüm İngilizler oradaydı. O gece kıyıdaki savaş gemilerinden birine çıktık ve ertesi gün hastahane gemisi Maine'e bindik. Bu, evimizi bir kaç sene sonrasına kadar göreceğim son gündü.

- İzmir'e ve sonrasında İngiltere'ye dönüş -

Cartagena'daki iki yıldan sonra İzmir'e döndük. Her şey değişmişti. 1922'de İzmir'i terkettiğimizde tüm kadınlar peçeliydi ve sokaktayken tüm görebildiğimiz yerleri gözleriydi. Tüm erkekler fes giyiyordu. Döndüğümüzde, peçe gitmişti ve erkekler fes dışında istedikleri her şapkayı giyebiliyorlardı. Kemal Atatürk peçe ve fesi yasaklamıştı. On kişi bu duruma itaat etmeyi reddetmiş ve onları kıyıdaki lamba direklerine asmışlar. İnsanlar emirlerine itaat edilmesi gerektiğini böylece anladılar ve kendisi Türkiye'yi Doğulu Orta Çağ devletinden, yirminci yüzyıl ulusu haline getirdi. Sağdan sola olan eski alfabe, Latin harfleriyle değiştirildi ve dil ''sadeleştirildi''. Tüm yabancı sözcükler çıkarıldı. Osmanlı İmparatorluğu'nun tüm eski gelenekleri sonsuza kadar gitmişti.

Buca ve İzmir arasındaki tüm demiryolu hattı çadırlarda konaklayan insanlarla doluydu. Bilinmeyen başka bir ızdıraba yol açsa da, akıllıca bir fikir olan nüfus değişiminin bir sonucuydu. Yaklaşık bir milyon Rum, Balkanlar'daki Müslüman nüfusa karşılık mübadele ediliyordu. 

Eğitim görmem için kısa süre sonra, 1924'te İzmir'den İngiltere'ye döndük. Bristol'daki küçük anaokulu dışında aldığım tek eğitim, Buca'daki Fransız rahibeler okuluna gönderildiğim zamanki aldığım eğitimdi. Oradaki ilk dersimden hatırladığım, ben şaşkınlık içinde otururken sınıftaki tüm çocukların Fransızca bağırmasıydı. Ders bittiğinde hepsi bir yere koşturmuştu ve ben ne olduğunu anlamaya çalışır halde ortada kalmıştım. Bir rahibe beni hıçkıra hıçkıra ağlarken bulmuş ve marul diktiği bahçeye çıkarmıştı. Bundan sonra okuldan anladığım, her gün onunla bahçeye çıkıp marul ekmem ve kendisinin eve götürmem için bana fide vermesinden ibaret. Yani okulla ilgili tecrübelerim oldukça azdı.

- Yunanistan ve İzmir'i ziyaretim (1944) -

Buca'da babamı tanıyan ve benim çocukluğumu bilen bir kaç arkadaş ile buluştum. Çok konukseverlerdi. Beni küçük All Saints Kilisesi'ndeki bir ayine ve dua etmeye davet ettiler. 



Not 1: Patrick Ashe (1915-2009) , Bucalılar tarafından 'Papaz kulesi' olarak bilinen Koşutepesi'ndeki tarihi değirmen evinin eski sahibi olan Robert Pickering Ashe'in (1857-1944) oğludur. Kendi anılarını topladığı ''Dust and Ashes'' (Toz ve Küller) adlı kitabında, Buca ile ilgili verdiği bilgiler, Buca'da cumhuriyet öncesi dönem için önemli kısımlar içermektedir. 

Not 2: Peder Robert Pickering Ashe, 1898 ile 1925 yılları arasında Buca'da Protestan Kilisesi'nde din adamı olarak görev yapmıştır. İlk olarak Bliss Köşkü'nde yaşamıştır. Sonrasında kendisine cemaat tarafından bir ev alınmıştır. Peder Ashe, buna ek olarak Buca'nın güneybatısındaki bir tepede eski bir değirmeni satın alarak, eve dönüştürmüş ve yazları da çoğunlukla burada kalmıştır. 



Buca ile ilgili bölümler İngilizce'den Türkçe'ye çevrilmiştir.

Kitabın orijinalinin internet versiyonu için tıklayınız.

Kaynak: Dust and Ashes, Patrick Ashe, 2011