HELEN LAWRENCE'IN ANILARI


Uluslararası Mektep'in başkanı Doktor Machlachlan, o yıl (1910) Amerika'daydı ve Bayan Kennedy kendisine İzmir'den 2.5 mil uzaklıktaki Kızılçullu'da kolej inşa etmesi için yarım milyon dolar vermişti. Buca treni Kızılçullu'da durdu. Caldwell'ler ve biz birbirine komşu olan ve kolej boyunca uzanan bir miktar arazi satın aldık. Caldwell'ler kolej kampüsüne bitişikti. Her birimiz yarım hektar araziye sahiptik ve evlerimizi birbirine hemen hemen benzer biçimde, koleje doğru uzanan yola bakar şekilde inşa ettik. İkimizin de çok güzel bahçesi vardı.

Önde Calwell'lerin evi, arkada ise Lawrence ailesinin evi. (Fotoğraf: Helen Lawrence)Evlerimize 1912 yılında taşındık ancak kolej binası 1913'e kadar ancak tamamlanabildi. Orada yirmi yıl boyunca tecrübe, arkadaşlık ve neşe dolu mükemmel bir hayat geçirdik. Çok iyi arkadaştık. O yıl Ralph Harlow da öğretim için koleje geldi. Henry, 25 Ekim 1912'de doğduğunda, evimizde bir aydır kalıyorduk. 1911 yazında kolera patlak verdi ve Caleb, ben, üç çocuğumuz, Bay Montisanto ve onun iki çocuğu ile birlikte, Türkiye kıyısından pek de uzakta olmayan Midilli Adası'na gittik. Orada üç çocuğumuz ve ben de, kabakulağa yakalandık. Caleb her nasılsa bir şekilde ateşe karşı bağışıklıydı ve gayet sağlıklı kaldı. Alfred bir buçuk yaşındaydı ve kızıl dalgalı saçlarıyla çok sevimli bir bebekti. Benim ilk kızıl saçlımdı. Nancy Averill bizimle sadece bir yıl kaldı ve bir yıl sonra Güney Afrika'ya giderek kardeşim Alfred ile evlendi. Reggie, Afrika'da dünyaya geldi ve iki yıl sonra, 1915'te, Alfred onu Johnny'nin doğacağı İngiltere'ye götürdü. Alfred onu Kuzey Dakota'ya, Maggie'nin eşi William Simpson'ın çiftliğinde çalışmaya giderken geride bıraktı. Nancy de onu takip etti.

Lawrence ailesinin Kızılçullu'daki evi.
(Fotoğraf: Helen Lawrence)
Kızılçullu'daki evimiz Haziran 1912'de yapılmaya başlandı ve Eylül'ün ilk haftasında çabucak içine girebilelim diye bitiriliverdi. Caldwell'lerin evleri bizim yanımızdaydı ve iki ev de koleje giden yola doğru bakıyordu. Her birimizin bir hektar toprağı vardı. Mülkümüzün kuzeybatı duvarı boyunca on tane kayısı ağacı uzanmaktaydı. Rahatsızlık verici tüm çimenleri yolarak bahçeden atması için çok iyi bir bahçıvan tuttuk. Evimizin güneydoğusunda çiçekliklerimiz vardı ve evin bitiminden geriye doğru tüm yol boyunca geniş bir patika uzanmaktaydı. Sonu dairesel bir avluya çıkıyordu ve çevresinde altında oturduğumuz çınar ağaçları vardı. Burada pek çok parti gerçekleştirmiştik.

Evin önündeki yolun iki tarafında da lavanta çitleri uzanmaktaydı; üç fit uzunluğunda ve bir ayak genişliğindeydiler. Kendi sebzelerimizi yetiştirmekteydik ve çileklerimiz vardı. Kendi kuyumuz ve çatı katındaki büyük bir tanka su pompalayarak suyu kullanmamızı sağlayan bir rüzgar değirmenimiz vardı. Bahçede ''havuz'' (Türkçe olarak belirtmiş) dediğimiz bir yeraltı sarnıcı vardı. Yuvarlak, beş ayak derinliğinde ve iki metre çapındaydı. Sebze bahçesini sulamak için bu suyu ve çiçekleri sulamak için de sulama tenekelerini kullanıyorduk. Oğlanlar ''havuz''da banyo yaparlardı. Her yerde oldukça özel olan bambu kamışı yetişmekteydi. Kayısı ağaçlarının yanı sıra erik ağaçları, incir ağaçları, nar ve Japonya elmaları vardı. Ayrıca, evin önünde iki tane güzel biber ağacı bulunmaktaydı. Her şey ne kadar da çabuk gerçekleşmişti! Bahçe yolu çakılla kaplıydı ve Mayıs'tan Ekim'e kadar hiç yağmur yağmadığı için de çimen yetişemezdi. 

İlk Noel günümüzde Noel ağacı olarak kökleri top şeklinde olan bir çam ağacını kullanmıştık. Onu Noel'den sonraki gün diktik ve sonrasında kocaman bir ağaca dönüşecekti. Henry 25 Ekim'de doğdu. Midilli'de bulunduğumuz yaz yanımızda çalışan ve oradan getirdiğimiz Rum bir hizmetlimiz vardı. Adı Zaharo'ydu. On iki yaşında bir kızı vardı ve o da yanımızda duruyordu. Adı Pelaghier'di. Birinci Dünya Savaşı başlayınca Midilli'ye geri döndüler.

Ekim 1913'te Alfred üç yaşında futbol oynarken, bazı kolej çocukları tarafından tekme yemişti. Yediği tekmeden dolayı dizinin üzerinden ayağı kırılmıştı. Çocuklar da onu annesine getirmişlerdi. Bir kolumda Henry'i taşırken, Alfred'i de öbür koluma almıştım. Bu sırada kemiğinin sesini duymuş ve böylece ayağını kırıldığını farketmiştim. Onu sakinleştirmeye çalışıp, ayağını düz tutmaya çalışırken, aynı zamanda birini de Buca'ya, kolej hekimi Doktor Lorando'nun yanına gönderdim. Geçici bir kırık tahtası koydu. Sonraki gün B. S. Hastahanesi'nde hemşirelik eğitimi alan kız kardeşim Dorothy ile beraber Doktor Chassaud yanımıza geldi. Alçıya koydular ve kemikler üst üste binerek sakatlığa sebebiyet vermesin diye bir de uzatma yaptılar.

Alfred, Henry, Caleb, Ralph, Jack, Edward, Dot ve Helen 1922'de evlerini önünde. 
(Fotoğraf: Helen Lawrence)
Şubat 1914'te zatürreye yakalandım. Ateşim bir iniyor, bir çıkıyordu ve henüz doktora görünmemiştim. Caleb beni İzmir'e götürdü ve Doktor Chassaud'a göründüm. Beni tarttı, çok fazla kilo kaybetmiştim. Akciğerimde bir nokta saptadı. Tüberküloz olduğunu ve yatmam gerektiğini söyledi. Dorothy bana göz kulak oldu. Yemeklerim ayrı tutuluyordu. Alfred Buca'da annemin yanına götürülmüştü. Henry bir buçuk yaşında ve çok ağlak bir bebekti. Zaharo ona göz-kulak oldu. Arthur ve Edward kolejdeki ilk İngilizce derslerine gidiyorlardı. Arthur, biz Kızılçullu'ya taşındıktan, kolej ise henüz açılmadan önce, Buca'da Bayan Shakleton'ın okuluna gidiyordu. Günde sekiz tane olmak üzere, yumurtaları çiğ olarak yutmak ve bol bol süt içmek zorundaydım. 

Bu yaz (1914) hiç bir yere gitmedik. Ağustos'ta Birinci Dünya Savaşı başlamıştı. Almanlar, Fransız ve Britanyalılara karşı savaşıyorlardı. Avusturya, tüm Balkan devletleri ve Türkiye Almanların tarafındaydı. İzmir'deki tüm Britanyalı erkekler gözaltındaydı. İzmir Limanı kapatılmıştı ve hiç bir geminin girip, çıkmasına izin verilmiyordu. Britanya gemileri körfezin dışındaydılar ve İzmir'i bombalıyorlardı. Korkunç zamanlardı ama kolej bombalanmamıştı. Yiyecek çok azdı ve şeker, çay, kahve yoktu. İncirleri kızartıp, pudraladıktan sonra onlardan kahve yapıyorduk. Kuru üzümleri ıslatıyor, içindeki tüm nektarı boşaltıyor ve kaynatıp pekmez yapıyorduk. Kırılmış buğdayları tahıl için kullanıyor ve yakınımızdaki bir çiftçiden süt alıyorduk. Pekmez ile yemeği tatlandırıyorduk.

Ralph Mart 1916'da dünyaya geldi. Bir yıl sonra Amerika, Britanya ve Fransa'nın yanında savaşa girecek gibi gözüküyordu ve tüm Amerikalı kadın ve çocukların Amerika'ya gitmesi önerilmekteydi. 16 Mart 1917'de Bayan Caldwell ve ben çocuklarımızla beraber İstanbul'a doğru yola çıktık. 

Mart 1919'da New York-Leviathan'dan, Fransa-Brest'e giden ve pek çok Near East Relief üyesinin de olduğu bir askeri gemi ile İzmir'e geri döndük. Bir hastane gemisiyle Marsiya'ya gittik. Britanya hastane gemisi ''Glouster Castle'' buradan bizi İstanbul'a götürdü. Türkler bize ne kadar da farklı davranmışlardı! Savaş bitmişti ve yaptığımız yardım için minnettarlardı.

Savaşın son yılında kolejin neredeyse hiç öğrencisi kalmamıştı. 1918 yazı boyunca kolej 2,000'den fazla yaralı Britanyalı savaş esirini ağırlamıştı.

Mart 1919'da geri dönmüştük. Çocukların hepsi kızamığa yakalanmıştı. Henry'nin ateşi 106 derece (?) idi ve kasıntıları vardı. Doktor Lorando sıtma ile beraber kızamığa yakalanmış olduğunu söyledi ve kendisine bir içimlik kinin verdi. Onu ılık suya koydu. Kasıntılar durmuştu ama sekiz saat daha bilinci yerine gelmeyecekti. 

Kızılçullu'daki Amerikan Koleji kampüsü ve çevresi.Kemal Paşa bir ordu kurmuş ve Yunan Ordusu ile birlikte tüm Rum ve Ermenilerin Türkiye'den çıkmasını emretmişti. Eylül 1922'de muzaffer bir şekilde İzmir'e doğru yürüdü. Varmasından önceki Eylül ayının ilk iki haftası, bir kabustu. Yunan Ordusu geri çekilirken arkalarında bıraktıkları kasabaları yaktılar. Ermeni ve Rumlar, İzmir Limanı'ndan Yunanistan'a kayıklarla kaçmaya çalışıyorlardı. İzmir'e binlerce kişi trenlerle gelmekteydi ve bu zavallı insanların sorunları Amerikalılara, Britanyalılara ve Fransızlara binmekteydi. 

İzmir Limanı'ndaki Litchfield isimli Amerikan destroyerinden gelen Sargent Crocker komutasındaki yirmi denizci kolejdeki insanları korumak için görevlendirilmişti. Bir denizci kolejin kulesine çıkarak Amerikan bayrağını astı. Eğer çeteler (düzensiz Türk birlikleri) koleje girmeye çalışırsa, buradan onları görecek ve üç atış yaparak insanlara sinyal verecek, böylece de insanlar evlerinden ayrılarak, sığınmak amacıyla kolejin ana binasına geleceklerdi.

Eylül'de Edward'ın alçısı alınmıştı ve artık koltuk değneğiyle yürüyordu. Denizci ana binaya gitmemiz için tepeden bize sinyal verince, Ed bir buçuk yaşındaki Jack'i aldı, ben ise bebeği aldım ve koşmaya başladık. Evimiz kampüs kapısının biraz dışarısındaydı. Bir kez etrafımıza ateş açıldı. Jack korkacak kadar yetişkindi ve bir yıl sonra Massachusetts-Melrose'da iken, bir araba geri teptiğinde bana doğru ağlayarak koşacak ve ''Türkler geliyor!'' diye bağıracaktı.

Kızılçullu köyü ve Amerikan Koleji kampüsü.10 Eylül Pazar günü bir grup Yunan askeri Seydiköy Ovası'ndan geçiyorlardı. Kadifekale'deki toplar onlara doğru ateşlenmeye başlandı. Kolej, ordu ile Kadifekale arasındaydı. Bazı şarapnel parçaları kampüse düştü. Bir tanesi Edward'ın durduğu yerden sadece bir kaç metre uzağa gelmişti. Onu resmen tanrı korumuştu. Caleb tüm zamanını İzmir'de yardım faaliyetleriyle geçirmek zorunda kalmıştı.

11 Eylül Pazartesi günü Doktor Machlachlan, Sargent Crocker ve altı denizciyi arabaya alarak bir milin dörtte üçü uzağında bulunan İlyas Peygamber'deki yerleşke binasına gittiler. Çeteler yerleşke evini yağmalıyorlardı. Bunu yapmak aptalcaydı. Sargent Crocker koleji korumak için gönderilmişti. Eğer bir Türk süvari subayı ateşleri duyup da ne olduğuna bakmaya gelmeseydi, çeteler Doktor Machlachlan ve Sargent'i öldürebilirlerdi. Doktor Machlachlan tüm hikayeyi anılarını yazdığı kitabın 16. sayfasında anlatıyor.

13 Eylül Çarşamba günü Bayan Caldwell, Bayan Ridge, Bayan Birge ve bize ailelerimizle beraber Yunanistan'a gitmemiz söylendi. Doktor Lorando, eşi ve çocukları da bizle gelecekti. Amerikalı çocuklara ders veren ve benle kalan Amerikalı kız Bayan Craig de geliyordu. Kaputu örtecek şekilde sarılmış olan bir Amerikan bayrağıyla örtülü olan ve bir denizcinin kullandığı bir arabayla yola koyulduk. Yollar cesetlerle doluydu ve İzmir'deki evlerin tümünün kepenkleri kapatılmış ve kapıları kilitlenmişti. Fakat yağma devam ediyordu. Destroyer Litchfield'a binene kadar Amerikan Tiyatrosu'nda bekledik ve ertesi sabah Pire Limanı'na ayak bastık. Radyo ve TV ünlüsü Arthur Godfrey de Lichfield ekibinin bir üyesiydi.

Doktor Lorando'nun eşi ve iki küçük çocuğu vardı. Çocuklardan küçük olanı o gece öldü. Atina'daki bir otelde zemin katta geniş bir odamız vardı ve tüm çocuklar benimle aynı odada yattı. İspirto lambası bir sobamız vardı ve çocuklara kahvaltı ile çorba hazırladım. Gemi ile New York'a gitmeden önce burada bir ay kalacaktık.

Ağustos 1925'te artık ''İzmir'' diye adlandırılan şehre döndük. Pek çok farklılıkla karşılaştık. Etrafta hiç Rum kalmamıştı. Halk arasında Yunanca konuşmamıza izin bile verilmiyordu. Yanımıza hizmetli olarak çalışması için Giritli bir kadın aldık. Yunanca biliyordu. Melrose'da Elliot Caddesi'ndeki evimizi sattık. Alfred, Eylül'de Mercersburg'a gidecekti. Edward, Mercersburg'dan 1925'te mezun olmuştu ve Arthur gibi Brown'a gidiyordu. Çocuklarımı bırakıp böylesine uzağa gelince kendimi çok kötü hissetmiştim.

Kolej evimizi satın aldı (1932) ve Caleb bizimle geldi. Sonradan geri gidecek ve sonraki yıl (koleji) bitirecekti. Kızım Dorothy'nin onuncu yaş günüydü. Kendisi çok tatlı bir kızdı. Jack'in yanı sıra kendisi de Buca'da Fransız bir kızdan dans kursları almaktaydı. Doğuştan bir yeteneği vardı ve öylesine bir izlenim yaratmıştı ki, insanlar ders alıp profesyonel bir balet olması gerektiğini söylüyorlardı. 

Kızılçullu'daki kampüste yıllık yarış günü. 1927 senesi. 
(Fotoğraf: Lawrence aile albümü)

Yirmi yıllık evimizden 15 Temmuz günü (1932) ayrıldık. 1912'de taşındığımızda Arthur yedi, Edward beş ve Alfred iki buçuk yaşındaydı. Henry taşındığımız ay doğmuştu. Yirmi yıllık neşe, çile ve acı. Ancak tüm bu yıllara geri dönüp baktığımda, üzüntü, acı ve ani ayrılıklardan ziyade aklıma neşe, sevgi dolu arkadaşlıklar, piknikler ve partiler geliyor. Kalplerimizde neşe ve sevgi olduğu zaman acı bir süre sonra unutuluyor. Caleb mükemmel bir kocaydı ve evimizde daima sevgi ve anlayış olurdu. 

Türkiye'de iyi bir hayat yaşadığımızı düşünüyorum. Caleb'in öğrencileri onu daima sevdi ve saygı duydu. Hayat devam eden bir ders süreci ve tanrıya şükürler olsun, Kızılçullu'daki evimizde geçirdiğimiz bu yirmi yılda bence çok şey öğrendim. Her bir ders ya da bela bize bir şey öğretmek için gönderiliyor ve toplamda herhangi bir eğitimden daha fazla şey öğretiyorlar.

Helen Lewis Lawrence



Buca ile ilgili kısımlar atalarimizintopraklari.com tarafından İngilizce'den Türkçe'ye çevrilmiştir.

Helen Lawrence'ın yazdığı günlüğün tamamı için tıklayınız.